Zamanında çevre sorunlarının tartışıldığı
ve pek çok değerli uzmanın yer aldığı bir toplantıya katılmıştım. Açılışta
dönemin çevreden sorumlu bakanlığında üst düzey bir görevlinin konuşmasını
dinleme şansım oldu. Konuşma boyunca ülkedeki arıtma tesislerinin sayısının ve
kapasitesinin ne kadar arttığı, düzenli katı atık depolama tesislerinin
sayısının ne kadar arttığı gibi göstergelerden hareketle kurguladığı konuşması
hemen hemen pembe bir tablo çizdi. Salon kalabalık olduğu için soruların
tamamını yanıtlayacak kadar bir süre yoktu ve ben de konuşmanın sonrasında
yanına giderek kendisine basit bir soru yönelttim. Türkiye’nin su kirliliği,
bahsetmediği hava kirliliği ve bence katı atık politikalarının asıl göstergesi
olması gereken depolanan kişi başı atık miktarında ne türden değişimler
olduğunu sordum. Yanıtı tahmin edebilirsiniz sanırım, bahsi geçen bu alanlarda o
dönemde biri hariç hiçbir kalemde iyileşme söz konusu değildi. Ama işte bir
sürü yatırım yapılmıştı.
Sanırım anlattığım oldukça
tanıdık bir hikâye. Eğitim sorununu tartışıyoruz, ne kadar okul yaptık, ne
kadar derslik hizmete soktuk, ne kadar tablet dağıttık, kaç para harcadık bunu
anlatıyorlar. Yükseköğrenim diyoruz, artan öğrenci sayısını, her ile açılan
üniversiteleri, dikilen üniversite binalarını filan dinliyoruz. Büyükşehirlerde
kilitlenmiş trafikten konuşuyoruz, toplu taşıma projelerine ne kadar para
harcandığını dinliyoruz. Bambaşka sorular soruyoruz, yolları ve köprüleri
dinliyoruz. Halbuki politika analizinde çıktılara bakılır. Yasa ve
yönetmelikler mevcut olabilir, plan ve programlar da geliştirilebilir, muhtelif
amaçlarla devasa bütçeler de harcanabilir, yatırımlar da yapılabilir, ama bizim
dikkat etmemiz gereken nokta “çıktılar” olmalıdır. Aynen tabletlerin tek başına
öğrencilere bir şey öğretemeyeceği gibi, bir bina da tek başına sorun çözemez.
Siz o binaya bir işlev vermeden, hedefe ulaşma sürecinde doğru bir şekilde
kullanmadan sorun çözemezsiniz, hizmet veremezsiniz.
Siyaset elbette sadece
centilmenlerin yer aldığı bir oyun değil, mutlaka birileri bazı verileri ön
plana çıkarırken diğerlerini görmezden gelecek ve bu konuda hemen her oyuncu
fazlasıyla seçici davranacaktır. Ama bununla
birlikte yönetimin de bazı olmazsa olmazları var. Bunlardan bugün
bahsedeceklerim etkililik ve verimlilik. Bu iki kavramın yanına bir de hesap
verebilirliği eklemek istiyorum. Evet demokratik yönetimlerin olmazsa olmazı
hesap verebilirlik.
Etkililik bir plan, program veya
politikanın başlangıçta ortaya konan amaçlarına ulaşıp ulaşılamadığıyla
alakalıdır. Verimlilik ise ne kadar az (toplumsal, ekonomik, çevresel)
maliyetle bu hedefe ulaşıldığıyla alakalıdır. Hesap verebilirlik ise alınan
kararların ve uygulanan politikaların belli aşamalardan geçerek, belli
prosedürler izlenerek, yani süreç değerlerine ne kadar uyularak, hayata
geçirildiği ve sorumluların eylemlerinin ve eylemsizliklerinin sorumluluğunu ne
ölçüde taşıdığıyla alakalıdır. Halka,
meclise, yargıya, amirlerine, özel sektörde hissedarlara hesap verme konumunda
olan bir karar alıcı hiçbir zaman yaptım oldu, ya da öyle uygun gördüm diyerek
kestirip atamaz. Demokratik bir sistemde siyasetçi aldığı karar ve
gerçekleştirdiği uygulamaların gerekçelerini açıklamak ve muhataplarını ikna
etmek zorundadır ve seçimler de siyasetçilerin hesap verme anıdır
Bu gün geldiğimiz noktada belki
mükemmel üniversite binalarımız var ama mezunlarımız işsiz. Uçsuz bucaksız
ovalarımız var ama hemen her türlü tarım ürününü ithal ediyor, ne yaparsak yapalım
et fiyatlarını kontrol edemiyoruz. Tabletlere ve binalara dünyanın parasını
harcadık, eğitim sistemine bin bir türlü müdahale ettik ama hala matematik, fen
ve okuduğumuzu anlamada sıkıntılıyız. Listeyi daha da uzatmaya gerek yok
sanırım. Yanlış tanımlanmış sorunları çözmeye çalışan, bu nedenle gerçek
anlamda etkili olamayan, üstüne üstlük kaynakları verimsiz bir şekilde kullanan
politikaların uygulandığı, velhasıl iyi yönetilmeyen bir ülke daha fazla bu
hesapsızlıkla devam edemez.