Ana içeriğe atla

OKULA NE GEREK VAR?

Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu - serdardegirmencioglu@gmail.com

Benim de Sesim Var - Evrensel, 27 Eylül 2009


Okullar geçen Perşembe günü, yanı haftanın ortasında açıldı. O sabah otobüste yolculuk ediyordum ve oturduğum koltuğun tam karşısında olan televizyon ekranındaki "okullar açıldı" haber görüntülerini izlemek zorunda kaldim. Hemen her zaman olduğu gibi ekranda, yüzeysel ve yapmacık şeyler söylemekte yarışan sunucular, yetkililer, eğitimciler geçidi vardı. Bu geçitte yer almaktan çekinmeyen bir çocuk ruh sağlığı uzmanı bile ekrandan geçti. Bunca laf ve bunca zaman içinde, "okul neden gereklidir?" sorusu üzerinde duran olmadı.
Bu sorunun tek bir yanıtı olmadığını kabul etmek gerekir. Bu soruya verilen kimi yanıtların, "eğmek" ve bükmek" gibi, doğmaların ve insana aykırı uygulamaların "belletilmesi" gibi kavramlar içerdiği de bilinmekte. Ama tam da bu nedenle, "okula neden gerek var?" sorusunu sormak ve bu sorunun yanıtlarını bol bol tartışmak gerekiyor.


Okulların açıldığı hafta, Hikarı'nin öyküsünü iste bu nedenle aktarmak istedim.

Hikarı'nin öyküsünü bizlere anlatan kişi ise Kenzabüro Oe, 1994 Nobel Edebiyat Ödülü'nun sahibi Japonyalı yazar.

Hikari'nin öyküsü

En büyük çocuğum, Hikari adındaki oğlum, garip bir kafa yapısı ile dünyaya geldi. Kafasının arkasında bir şişlik vardı. Öyle ki sanki iki kafası var gibi görünüyordu; bir büyük ve bir küçük kafa. Doktorlar bu şişliği, beyne mümkün olduğu kadar az hasar vermeye gayret ederek aldılar ve orayı yeniden kapattılar.

Hikari çabuk buyudu, fakat dört beş yaşında hala konuşamıyordu. Seslerin yüksekliğine ve tınısına özellikle çok duyarlıydı. İlk öğrendiği şey insan sesi değil, kuşların çeşitli ezgileriydi. Kısa sürede belirli bir kuşun sesini duyduğunda, kuş sesleriyle ilgili bir plaktan tanıdığı kuşun adını da söyleyebiliyordu. Böylece Hikari konuşmaya başladı.


Yedi yaşında, diğer çocuklardan bir sene sonra, Hikari okula başladı. Bir 'özel sınıf'a. Orada farklı engelleri olan çocuklar vardı. İçlerinde sürekli yüksek sesle bağıran çocuklar vardı. Bazıları ise yerlerinde oturamıyor ve sürekli oradan oraya koşuşturup, masa ve sandalyeleri deviriyorlardı. Pencereden baktığımda, Hikari'nin daima iki eliyle kulaklarını kapattığını ve tüm bedeninin kaskatı kesildiğini görüyordum.

 Böylece kendime, bir yetişkin olarak daha çocukken sormuş olduğum o soruyu sordum. Hikari neden okula gitmek zorundaydı? Kuşların şarkılarını iyi biliyor ve anne babasından onların isimlerini öğrenmek hoşuna gidiyor. O zaman köyümüze geri dönsek ve ormanın içindeki bir tepede yapacağımız evde yaşasak, daha iyi olmaz mıydı? Ben bir bitki kitabındaki ağaçların isimlerine ve özelliklerine bakardım; Hikari ise kuşların şarkılarını dinleyebilir ve onların adlarını söyleyebilirdi. Karım ise ikimizin resmini yapabilir ve yemek pişirebilirdi. Bu neden imkânsızdı?


Fakat Hikari'nin kendisiydi, benim gibi bir yetişkin için bile zor olan bu sorunun cevabını bulan. Hikari 'özel sınıf'a başladıktan bir süre sonra tıpkı kendisi gibi yüksek seslerden ve gürültüden nefret eden bir arkadaş edindi kendine. O andan itibaren sürekli birlikte sınıfın bir köşesinde el ele oturup, etraflarındaki gürültüye katlanıyorlardı. Ayrıca Hikari bedensel olarak kendisinden daha zayıf olan arkadaşına tuvalete gitmesi için yardımcı oluyordu. Arkadaşına faydalı olabildiği bu deneyim, evde en ufak bir şeyde bile anne babasına muhtaç olan Hikari için yepyeni bir mutluluk anlamına geliyordu. Bunun üzerine, bir süre sonra ikisini diğer çocuklardan biraz uzakta, yan yana sandalyelerinde oturmuş, birlikte müzik yayınları dinlerken görmek mümkün oldu.

Bir yıl sonra Hikari en iyi anladığı dilin artık kuşların şarkıları değil, insanlar tarafından yapılan müzik olduğunu keşfetti. Hatta eve arkadaşının, radyo programlarından hoşlarına giden parçaların isimlerini yazdığı kâğıtlar getirdi ve bunlara ait plakları arayıp buldu. Öğretmenler de diğer zamanlarda neredeyse hiç konuşmayan bu ikilinin konuşmalarında Bach ya da Mozart gibi kelimeler geçtiğini farkettiler.


Hikari arkadaşı ile birlikte 'özel sınıf'i ve özel okulu bitirdi. Japonya'da zihinsel engelli çocukları için okul on ikinci sınıfta biter. Mezuniyet kutlaması günü biz anne babalar öğretmenlerin Hikari ve sınıf arkadaşlarına yarından itibaren okul olmadığını söylediklerini duyduk.


Bunu takip eden parti esnasında Hikari, ki yarından itibaren okul olmadığı kendisine defalarca anlatılmıştı, "Bu çok tuhaf" dedi. Arkadaşı bütün içtenliği ile cevap verdi: "Evet, bu çok tuhaf." Her ikisinin de yüzünde şaşkınlık ifade eden ama yine de huzur yansıtan bir gülümseme belirdi.


Bu küçük sohbetten yola çıkarak Hikari için bir şiir yazdım ve başlangıçta annesinden müzik dersleri almış olan ve artık kendisi de beste yapan Hıkarı, bunu bir parça haline getirdi ve arkadaşlarına hediye etti. Bundan geliştirilmiş olan "Mezuniyet ve Çeşitlemeleri" adlı parça bu arada çeşitli konserlerde çalındı ve pek çok dinleyici ile buluştu.

Bugün müzik Hikari için, içindeki derinlik ve zenginliği keşfetmenin, kendisini başka insanlara ifade etmenin ve toplum ile ilişki kurmanın en önemli dilidir. Bunun tohumu ailesinde ekilmiştir, fakat ancak okulda bu tohum yeşerebilmiştir. Sadece Japonca değil, doğa bilimleri ve matematik, hatta spor ve müzik insanın kendisini tam olarak anlaması ve başka insanlarla temasa geçebilmesi için gereken dillerdir. Aynı şey yabancı diller için de geçerlidir.


Çocuklar, sanırım, bunu öğrenmek için okula gitmek zorundadır.

Not:Hikari'nin öyküsü, Çocuklar Soruyor, Nobel'liler Cevaplıyor (İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitaptandır (s. 65-68). Kenzabüro Oe ve diğer Nobel'lilerin çocuklar için yazdıkları metinleri bu kitapta bulabilirsiniz.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emek ve Liyakat

Bu yıl gerçekleşen 1 Mayıs kutlamalarında her sene olduğu gibi emeğe yapılan vurgu ve verilen değer ön plandaydı. Ancak yüce bir değer olduğu tekrarlanan emek konusunda son zamanlarda öğrencilerimi motive etmekte zorlanıyorum. Bizim dönemimiz, yeni kuşaklar, şimdiki gençlik tartışmalarına girmeden öğrencilerimi olumsuz etkileyen koşullardan bahsetmek istiyorum. Mezun arkadaşlarından ve çevrelerinden duydukları belli ki canlarını sıkıyor. Üst üste yüksek puanlarla girdiği mülakatlardan eli boş çıkan mezunlarımız uzun süren sınava hazırlık dönemlerinde verdikleri emeklerin heba olduğunu düşünüyorlar. Arkadan gelenler de bu durumdan fazlasıyla etkileniyorlar. İşte bu nedenle bugün biraz liyakat ilkesinden bahsedeceğim, yani bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumunun işe almalarda ve yükselmelerde gözetilmesi gereğinden bahseden liyakat ilkesinden. Başka bir yazımda kurumlar için hedefe giden her yol mubah değildir, hatta uygun da olmayabilir derken, izlenm...

Etkililik, Verimlilik ve Hesap Verebilirlik

Zamanında çevre sorunlarının tartışıldığı ve pek çok değerli uzmanın yer aldığı bir toplantıya katılmıştım. Açılışta dönemin çevreden sorumlu bakanlığında üst düzey bir görevlinin konuşmasını dinleme şansım oldu. Konuşma boyunca ülkedeki arıtma tesislerinin sayısının ve kapasitesinin ne kadar arttığı, düzenli katı atık depolama tesislerinin sayısının ne kadar arttığı gibi göstergelerden hareketle kurguladığı konuşması hemen hemen pembe bir tablo çizdi. Salon kalabalık olduğu için soruların tamamını yanıtlayacak kadar bir süre yoktu ve ben de konuşmanın sonrasında yanına giderek kendisine basit bir soru yönelttim. Türkiye’nin su kirliliği, bahsetmediği hava kirliliği ve bence katı atık politikalarının asıl göstergesi olması gereken depolanan kişi başı atık miktarında ne türden değişimler olduğunu sordum. Yanıtı tahmin edebilirsiniz sanırım, bahsi geçen bu alanlarda o dönemde biri hariç hiçbir kalemde iyileşme söz konusu değildi. Ama işte bir sürü yatırım yapılmıştı. Sanırım anla...
Memlekette siyasal analiz adına kim ağzını açsa elitlerden bahsetmeden duramıyor, hele her türlü melaneti solcu elitlere yüklemek bir o kadar kolay. Acaba durum gerçekten de öyle mi? Düşünmekte fayda var derim.. Gündüz Vassaf - Türkiye’de elit olmak?